Doğru insan?

Kendimize "doğru insanla birlikteyim" dediğimizde, aslında yanlış insanla birlikteyizdir.
O insanla birlikte olmaya devam etmek için yeni bahaneler uydururuz kendimize. Bunun sebebi, günden güne azalan sevgimizdir belki de... Ya da kaybetmeye korktuğumuz alışkanlıklarımız... Ya da yalnızlık korkusu... Şurası kesindir ki, doğru insan, "acaba doğru insan mı?" diye sormak aklımıza dahi gelmediğinde yanımızda olandır.

Rüya

Bir gecekondunun bahçesindeyim… Pencereden iceriye bakıyorum. İcerisi parlak bir lüks ışığıyla aydınlanıyor. Galvanizli boyayla pırıl pırıl boyanmış bir teneke sobanın dibinde, bakır bir leğenin içinde, 5-6 yaşlarında bir kız çocuğu… Ağlıyor. Su şırıltılarına sobada yanan odunların çıtırtıları da eklenince, küçük kızın ağlamaları daha bir yürek parçalayıcı oluyor. İçerideki seslere kulak kabartıyorum… “Ayy! Anneciğim, çok sıcak! Annee! Kızın yanında ayakta duran şişmanca kadını henüz fark ediyorum. Kızgın, bağırıyor. “Sus körolasıca! Bir sürü işimin arasında seni yıkadığıma dua et!” Kadın, bunları söyledikten sonra kızcağızın kafasına bakır tasla vuruyor. Tastan sobaya sıçrayan suyun çıkardığı “cıssss!” sesiyle yüreğim de “cızzz!” ediyor. Kız şimdi daha çok ağlıyor; yine kaynar su. Leğenin içindeki kirli su, beyaz ve mavi karışımı, kesik kesik köpüklü… Kızın sırtı kıpkırmızı. Odada bunaltıcı bir buhar var. Dışarıda olduğum halde sanki boğazım sıkılıyor. Sobanın üzerindeki güğümden yavaş yavaş sobaya inen ve buharlaşan suyun cızırtısı, çocukluğumu; annemlerin üzerinde ekmek kızarttıkları sobaya gizlice tükürüp, tükürüğümün kaynayarak buharlaşmasını garip bir zevkle izlediğim o haylazlık günlerimi hatırlatıyor. Sonra burnuma kızarmış kestane kokusu geliyor, ağzım sulanıyor… Bir çığlıkla kendime geliyorum; kız yine ağlıyor. “Bu bir rüya olmalı, evet bir kabus bu” diyorum kendi kendime. Dayanamıyorum artık, kadına odunla, keserle filan saldırmak istiyorum ama kıpırdayamıyorum… Yalnızca orada öylece duruyorum... Oradan uzaklaşmak, bir an önce yatağıma dönmek istiyorum. Sonra uçuyorum, uçuyorum… Uyanıyorum. Boğazım öyle kurumuş ki, gidip üç bardak su içiyorum.

Yalnız Adam

 

Akşam vakti, saat beş suları...
Titreyen elleriyle sigarasını yaktı.
Çıkan dumanı seyrederken,
Sırtını elektrik direğine çoktan dayamıştı bile...

Hayatta kimsesi kalmamıştı Yalnız Adam'ın.
Deli diyordu ona çocuklar,
Hatta taşlıyorlardı acımasızca bazen...
Ama o tek kelime etmiyordu, kızmıyordu onlara...
Kimse bilmiyordu gündüzleri neredeydi, ne yapardı, nerede yaşardı Yalnız Adam,
Akşama doğru ortaya çıkardı sessizce...

Her akşam,
O kuytu köşedeki elektrik direğinin dibinde
Dünyada kalan tek dostunu bekliyordu bıkmadan, usanmadan.
Bir tek o yalnız bırakmıyordu Yalnız Adam'ı...

İşte bir saat daha geçmişti nihayet,
Havanın kararmasına da az kalmıştı
O sonbahar akşamında...
Hep merak ederlerdi kimi beklediğini.
Ama o söylemezdi, hep beklerdi.
“Gelecek” derdi...

Ellerinde kesekağıdına sarılmış şaraplarıyla
Yanından geçerken selam veren,
Sonra başka bir kuytuya doğru yollanan birkaç ayyaş dışında,
Varlığından haberdar pek kimse olmazdı etrafında akşamları...

İçmiyordu Yalnız Adam,
Sigarasının dumanıyla dertleşmek yetiyordu ona
Dostunu beklerken...
Saat altıyı biraz geçince,
İçindeki heyecan daha bir büyüyordu...
Gözleri parlıyordu Yalnız Adam'ın.
Bu gece de gelecekti dostu, emindi bundan.
Zaten o da olmasaydı
Nasıl dayanırdı yaşlı kalbi yalnızlığa?
Gençliğinde hiçbir şeyden korkmazdı,
Ama şimdi korkuyordu...
Ya gelmezse, ya o da terk ederse onu diğerleri gibi,
Ne yapardı o zaman?..

İrkildi birden...
Bir kediydi yanıbaşında beliren, belli ki o da yalnızdı...
Karşı duvarın dibindeki çöplerde arandı durdu dakikalarca.
Sonra gitti, yitiverdi karanlıkta bir başka çöplüğe doğru...
Yine sessizlik ve yalnızlık çöktü Yalnız Adam'ın üzerine...
Bir düdük sesi bozdu sessizliği; bekçiydi bu gelen.
Her akşam aynı saatte geçerdi buradan.
Konuşmazdı hiç Yalnız Adam'la,
Ama tanırdı onu, bilirdi...
Yalnız Adam gülümsedi, o her an gelebilirdi çünkü,
Hiç şaşmazdı saatleri, ne bekçinin ne de can dostunun...

Birden o geldi!..
İşte yine kavuşmuştu ona,
Tek can dostu, tek yoldaşı.
Belirivermişti gölgesi yine
Yanınca direkteki gece lambası...
Çok sevinmişti Yalnız Adam,
Sabaha kadar çok şey vardı anlatacak, dertleşecek...
O en sadık dostuydu,
Bazen üzülüyor, bazen seviniyordu onunla.
Oturuyorlardı direğin dibinde beraberce,
Dertleşiyorlardı bu vuslat zamanlarında
Her gece, her gece... Hece hece...

1993, İstanbul.

Zaman olur

Zaman olur,
Zaman olmaz hayatında...
Zaman olur,
Olur olmaz zamanlarda, zamansızca yaşarsın zamansızlıklarından arta kalanı...
Zaman olur,
Zamanı gelir zamanın...
Zaman olur,
'Olur mu olur' dersin zaman zaman.
Ama ne zaman olur?..
Zamanla öğrenirsin.
Zaman olur,
Zamanı gelince bilirsin...

Bir Kasım Sabahı

















Yağmurlu İstanbul sokakları,
Bir Kasım sabahı...
Yankılanıyor Boğaz vapurunun düdüğü,
Çağırıyor son bir kez yolcularını, iskeleden ayrılmadan.
Martılar uçuyor çığlık çığlığa yağmura aldırmadan...
Bende bir hayranlık.
Denize bakıyorum soğuktan yaşlanmış gözlerimle;
Çamurlu yağmur suları,
Kalın, kahverengi kontürler atmış Boğazın her iki yanına...
Güneşi arıyorum gökyüzünde;
Cılız bir ışık demeti,
Saplanmış karanlık sulara birkaç koldan...
O kadar işte.
Çaycının sesiyle irkiliyorum...
Bir sigara yakıyorum çayıma arkadaşlık etsin diye.
Koyu bir muhabbete dalıyorlar dumanlar çıkararak...
Sonra ikisi de bitiveriyor.
Boş bardağın tabağına iliştiriyorum çay parasını...
Ağzımda sıcak, buruk bir tat,
İçimde sıkıntılı bir feryat...

Yağmurlu İstanbul sokakları,
Bir Kasım sabahı...
Hüzünle karışık toprak kokusu...
İçinde yittiğim bu şehir, bir başka görünüyor denizden
Ben manzaradan bir parça iken...
Ne telden çalarsam çalayım,
Makamı hep hüzzam oluyor yağmurlu İstanbul sokaklarının
Ruhumun ta derinlerine işleyen...

Sitemli bir başlangıç yazısı

Geçmişte yazmış olduğum o kadar çok şey var ki... Gelecekte de yazacağım şeyler de olacak muhakkak. Ancak, nereden başlayacağını bilememek, "karar verdiğim zaman yazmaya başlarım" tembelliğiyle yıllardır ötelediğim blog'umu bugüne getirdi... Yıllarca ertelenen bir başlangıç için "kendime sitem" konulu bir yazı uygun olur, diye düşündüm... Benim bu tembelliğim, zamanında adıma ve soyadıma hiçbir ekleme yapmadan kolayca alabileceğim blogspot adresimi de mehmetsenwriting olarak (hem de İngilizce) almak zorunda bıraktı beni... Neyse, sonunda başladım... Eh, bu da bir şey en azından. Hayatıma hoşgeldin blog!